Ne vakit yazacağımı bilmediğim mektup işte bu.
Bahane biriktirmekten sıkıldım sanmayasın, canım istemedi, elim gitmedi bunca zaman.
Çünkü hiçbir kedi takip etmedi izlerimi, güvenir gibi bakmadı gözlerime.
Ben de umursamadım doğrusu.
Ta ki düne dek!
Tek değil, birçok kedi yaklaştı bana, uzansam dokunacak kadar çevremde dolaştılar.
Belki anlamışsındır bahsettiğim şeyi.
O küçücük parmağını hiç unutmadım yoksa.
Kocaman gözlerinden ürkerek girdiğim aydınlık yer altı ülkesinin tertemiz nehirlerinden az abdest almadım, biliyorsun.
Gövdesi kollarımdan geniş, dalları bulutlara ulaşan ve kökleri kim bilir başka hangi ülkelerden beslenen hayat ağacının gölgesinde atışan âşıkları dinlemedim mi uykusuz günler boyunca?
İçinde olduğumu gizlemedin ki zaten.
Yine de yazabilirdim canım isteseydi.
İplerini birer birer keserek özgür bıraktığımda seni, yeşil ve gür çimenleriyle gözüne hoş görünen yaylalara koşarken çocuklar gibi şendin.
Ben kal demeyi öğrenmemeye daha ilk adımlarımı attığımda karar vermiştim.
Sevenlerinin soğuk yüzüne bakıp bakıp ardından ağlayışına tahammülle sınırları zorlanan bir ceset olamam ki.
Ne kadar silinsem o kadar iyi, unutulmak daha iyi, en iyi ölmek tam olarak ölmektir.
Yarım kalan ölmelere kim güzel diyebilir?
Uzakta bir yerde, bilinmeyen bir kabirde, isimsiz ama tanıdık yoldaşların uğurladığı bir yolcudan gelen mektup belki açılmaya bile değmez.
Peki yazılmaya değer mi?
Kediler de böyle bana göre.
İşte peşime takılınca isimsiz ve nasıl tanıştığımızı hatırlayamadığım birkaç kedi, varsa ve nasıl açıldıysa yokluğu tescilli kapı, gördüğümü ve girdiğimi bile hissetmeden yer altı ülkesinde buldum kendimi birden.
Başımı kaldırdığımda, leylak rengi sema ışıl ışıldı, simsiyah kirpiklerindeki yakamozlara kadar yükselen ışık huzmeleri ise uçuşan yıldızlarla doluydu.
Bak onu gördüm.
Masallar hikâyelerdeki gerçek dışı kurgulardan arınmakla övünebilirler, bu kibir değildir, insana güven verir.
Hikâyeler inandırıcı yalanlar manzumesidir.
Hiçbir hikâyede o küçük parmaktan bahsedilmez.
Bu şiiri orada yazdım masal içtenliğiyle:
"Kadınlar çarpa çarpa sever, sevince ölür.
Erkekler parça parça ölür, ölünce sever."
Devamı gelmedi.
Zira yeryüzündeki hikâye anlatıcılarının çirkin sesleri kulağımdan gitmiyordu.
Bir tane daha var ama:
"İpekten bir tül gibi kalbime değip
Nefesinin rüzgârı ile uçuşuyor sesin.
Mor dağların pınarıyla sarhoş, koşan ceylan gibisin.
Ve dantel dantel mor bulutlarla örülen bir duvak ile örtülüdür dipsiz gözlerin.
Kalpleri dinle, dilsizlerin kalbini!
Seher vaktinde garipler neden uyumaz ve mahzunların başları neden öndedir?
Bu bir hâldir ki kuşların dahi vardır bundan haberi!
Zaman yere düşer, tuz buz olur saatler
Ânlar ayan olur, vakitler birer kristal!
Aksinde yârin belirdiği nurdan ziyâdır o, dolar!
Vaktin kemâle erdiğini anlarsın anda,
Yâr dediğin gözler kapalı iken görülür!
Aşk, kelebeğin kanadındaydı ve narindi kanatlar
Kanatlar kanamazdı aşığın maşuka doyamadığı kadar
Dokununca yanar hemen
Dokunduğunu bilmeden hem
Ölen, ölen, yine ölen
Ölerek doğan, doğdukça yaşayan
Bir hayatı olmayan
Zamanı/ve mekânı/ve cismi aşan
Kendi içinde tutarsız ve oldukça amansız meydan okumasıdır bu ümminin
Yazması ne mümkün!
Zamanla ve mekânla mâlûl bir dünyada
İnsanın -ne acı- kendine bile vefası en çok kelebeğin ömrü ağırlığınca.
Yani şimdi sen bu sen değilsin
Ben de değilim bu ben
O hâlde ipekten bir tül gibi kalbime değip
Nefesinin rüzgârı ile uçuşsun sesin.
Anla, sen mor dağların pınarıyla sarhoş, koşan ceylan gibisin.
Ve dantel dantel mor bulutlarla örülen bir duvak ile örtülüdür dipsiz gözlerin."
*
Bu da bitmemiş, değil mi?
Ama ben gündüzün silinerek geceye yol verdiği ufuk kızıllığını seyredenlerden olamam ki...
Herkes günü batırırken keyiflenebilir.
Oysa ben sıradan biriyim.
Her dem yeniden doğmak isterim.
Baharın gülleri soluyormuş bana ne!
Ben yaban gülünü severim.